22 Haziran 2016 Çarşamba

36 Yaşında İtalyanca Öğrenmek

Bildiğim İngilizcenin dışında yıllardır bir yabancı dil daha öğrenmek istiyordum. Ancak iş yoğunluğumdan ötürü bir türlü buna zaman ayıramıyordum. İşten ayrılma kararı almamın ardından bu istek beynimde daha çok yoğunlaştı ve biraz araştırma içine girdim. Aslında ikinci dilin ne olacağı konusunda da tam kararım yoktu. Uzun bir süre İtalyanca ve İspanyolca arasında gidip geldim. Sonunda İspanyolcanın dünya üzerinde kullanım alanı daha yaygın olmasına rağmen İtalyancayı tercih ettim. Sanırım bunda daha önce her iki ülkeye yaptığım ziyaretler etkin rol oynadı. İtalyan insanından ne kadar pozitif elektrik aldıysam İspanyollar da bana bi o kadar uzak gelmişti. Bu yüzden tercihim İtalyanca yönünde oldu.

Geçen hafta kursum başladı. İlk kurs günü kendimi çok tuhaf ve garip bir heyecan içinde hissettim. 36 yaşındayım ve mezuniyetimden tam 13 sene sonra yeniden defter ve kitap ile buluşuyordum. Sabah erkenden defterimi ve kitabı alarak evden çıktım ve dersin başlamasına tam 45 dakika kala sınıfa vardım. Beni koridorda gören kurs hocalarından biri de şaşırarak  “biraz erkencisiniz” dedi. Ben de “çalışkan öğrenciyim ben” diye cevap vererek tek kolçaklı sandalyemde yerimi aldım. Bu arada ertesi gün derse son 10 dakikada yetişebildim. Öğrenci milleti işte ortama çabuk uyum sağlıyor  diyelimJ

İtalyan hoca eşliğinde başlayan ders inanılmaz keyifli geçti benim için. Umarım bu şekilde devam eder ve İtalyanca öğrenerek yıllardır süregelen bir hayalimi gerçekleştirmiş olurum.
Hadi ciao J)

16 Haziran 2016 Perşembe

Roseanna’nın Mezarı ve Düşlerin Terzisi

Son zamanlarda 2 tane film seyrettim. Bu filmlerden birine bayılırken diğerini hiç beğenmedim. Önce beğendiğimden başlayayım. Başrollerini Jean Reno ve Mercedes Ruehl’in paylaştığı Roseanna’nın Mezarı filmini ilk önce Lale Abla’nın (http://laleninbahcesi.blogspot.com.tr/) bloğunda görmüş ve izlenilecek filmler listeme kaydetmiştim. İlk bulduğum fırsatta da seyrettim ve çok beğendim. Konu İtalya’nın bir kasabasında geçiyor. Marcello’nun eşi ölmek üzeredir ve son isteği kasabanın içindeki mezarlığa gömülmektir. Ancak mezarlıkta 2 tane boş yer kalmıştır ve mezar yeri satılmamaktadır. Bunun üzerine Marcello kasabada kimsenin ölmemesi için büyük bir mücadeleye girer J Yer yer çok komik yer yer de duygusal olan bu filmi fırsat bulursanız mutlaka seyredin derim.
İkinci izlediğim film ise Düşlerin Terzisi orijinal adıyla The Dressmaker oldu. Bunu hiç seyredin filan demiyorum çünkü çok sıkıcı bir film. Çocukken işlemediği bir suç yüzünden kasabadan uzaklaştırılan bir kızın ilerde ünlü bir terzi olarak kasabaya yeniden dönüşünü konu alıyor. Film inanılmaz durağan. Başrolde oynayan Kate Winslet’in oyunculuğu ve güzelliği bile bu filmi kurtaramamış bence.

İyi seyirler…

13 Haziran 2016 Pazartesi

3 Türde 3 Kitap

Bugün okumuş olduğum türleri birbirinden farklı 3 kitaptan bahsetmek istiyorum. İlki Ahmet Ümit’in “Bir İstanbul Hatırası”. Polisiye tarzında yazan Ahmet Ümit oldukça popüler yazarlarımızdan biri. Ancak yazdığı türü sevmediğim için yazarın hiçbir kitabını okumamıştım ta ki içeriğinde bol bol İstanbul barındıran romanını kitapçı raflarında farkedinceye kadar. Bir İstanbul Hatırası, İstanbul’un yedi tepesinde işlenen seri cinayetleri anlatıyor. Bu cinayetler ve iz sürme esnasında da İstanbul’un tarihine ve tarihsel simgelerine bol bol değiniyor. Dolayısıyla kitabı beğenerek okudum. Ayrıca okuduğum her bölüm bende ilgili tarihsel yeri bir an önce ziyaret etme isteği uyandırdı J
Diğer okuduğum kitap ise “Küçük Mucizeler Dükkanı’na Dönüş”. Roman basit bir best sellerdan öteye gidemiyor. Debbie Macomber’in yazdığı örgü dükkanında geçen serinin 4.kitabı. İlk üçünü okudum diye bunu da okudum ama öyle aman aman bir hikaye diyemem. Boş vakit öldürmek için okunabilir.

Üçüncü okuduğum kitap ise biyografi türündeydi. Bana göre dünyanın gelmiş geçmiş en zarif kadınının Grace Kelly’nin hikayesini anlatan “Grace Kelly”. Donald Spoto’nun yazdığı bu biyografiyi beğendim mi beğenmedim mi bilemedim. Çünkü biyografi denince benim aklıma kişinin çocukluğundan başlayarak ölümüne kadar geçen süreyi detaylı olarak yazıya dökme düşüncesi geliyor. Ancak bu kitapta durum biraz farklı. Grace Kelly’nin çocukluğuna çok az değinilmiş, elim kazadan hiç bahsedilmemiş ağırlıklı olarak filmleri üzerinde durulmuş. Yani biyografiden ziyade filmografi gibi.

8 Haziran 2016 Çarşamba

Alp Dağlarında Heidi’yi Ararken…

Gezimizin son günü çocukça bir sevinç içindeydik. Çünkü Heidi’nin memleketine, bayır aşağı koştuğu yerlere, Alp Dağları’na gidecektik. Otobüse bindiğimiz zaman rehberimiz bize Heidi’nin öyküsünü anlattı. Neşeli bir öykü beklerken anlatılanlar bir anda otobüste hüzün bulutu oluşturdu.

1789 Fransız Devrimi sonrası Isviçre’de 14 yaşından küçük çocukların fabrikalarda çalışması yasaklanmış. Ancak bu durum çocuk sömürüsüne neden olmuş. Fakir aile çocukları, devlete borcu olan ailelerin çocukları ve yetim çocuklar çocuk pazarlarında satışa çıkarılmış. Zengin ailelerin himayesine giren bu çocuklar bir nevi köle olarak çalıştırılmış ve  “Sözleşmeli Çocuk” adı ile tarihe geçmiş. İşte Heidi karakteri de bu çocuklardan biriymiş. Bu çocukları diğer çocuklardan ayıran en önemli sembol ise “çıplak ayaklar”. Benim hiç dikkate etmediğim bu nokta çizgi filmde de mevcut. Peter’in ayakkabısı varken Heidi çıplak ayaklı L. Bu arada Heidi’nin yazarı da bir sözleşmeli çocukmuş.

Öyküyü dinledikten sonra Alp dağlarına gitmeden evvel kısa bir süreliğine Almanya’ya geçtik. İstikametimiz Konstanz’dı. Konstanz göl kenarında yer alan, küçük ve şirin bir şehir.
Gölün kraliçesi ise Imperia heykeli…Heykelde yaşadığı dönemde hem papayı hem de kralı idare eden bir fahişe betimlenmiş durumda. Kadının bir elinde papa diğer elinde kral oturuyor…
Konstanz gezisi sonrası St.Gallen’e geçtik. Burası bence turun en zayıf halkasıydı. Öyle aman aman bişi yok. Biz de bir cafede oturarak İsviçre’nin meşhur sıcak çikolatasını deneyimledik.
Sonrasında ise beklenen an geldi ve Alp köylerine doğru yolculuğa çıktık. Muhteşem manzaralardan geçtiğimizi söyleyebilirim.
Vardığımız nokta Appenzell köyüydü.

Köy peyniri ve birası ile meşhur. Ancak peynirinin kokusuna dayanamadığımız için almaya teşebbüs etmedik.
Böylece 8 gün süren keyifli turumuz sona ermiş oldu.

6 Haziran 2016 Pazartesi

Turun En Keyifli Günü

Tatilin sondan bir önceki gününde yeniden Fransa’ya geçtik. Bu sefer rotamız Strasbourg ve Colmar oldu.

Strasbourg hem tarihi hem de çok keyifli bir şehir. Şehirde ilk gördüğümüz nokta katedraldi.
Katedralin az ilerisinde ise şehrin en eski evini gördük.
Ardından kanal tarafına doğru yürümeye başladık. İşte bu noktada birbirinden güzel evler göz zevkimizi okşadı.
Kanal boyunca sıralanmış bu evlerde yaşamayı çok isterdim.
Kanal çevresinde çok hoş cafeler vardı. Bu cafelerin en meşhurunda oturarak kahve ve tatlı molası verdik. Zamanımız fazla olsaydı tüm günü burada geçirebilirdik.
Kahve/tatlı keyfinden sonra merkez tarafına doğru yeniden yürümeye başladık. Sokaklar inanılmaz hareketli ve cıvıl cıvıldı. Pötikareli örtüler serilmiş ve çiçeklerle taçlandırılmış masalar pek hoştu.
Strasbourg’dan ayrılmadan evvel aklımda olan bir şey vardı; o da Bretzel almak. Bu yüzden gördüğüm ilk fırına girerek muradıma erdim. Bretzel simide benzer bir tür hamur işi. Ancak bu benzerlik sadece görüntüde kalıyor. Nerede bizim sokaklarda satılan çıtır çıtır simit…Mideyi biraz bastıran tuzlu bir atıştırmalıktan öte gidemiyor bence.
Neysel bretzelden biraz atıştırdıktan sonra Colmar’a doğru yola çıktık. Colmar kanal üzerine kurulmuş bir kasaba. Strasbourg’un küçüğü diyebiliriz. Kasabada önemli noktaları gördükten hemen sonra kanal turu yaptık.
Kanal turu esnasında bir de doğal yaşamın olduğu bir bölgeye girdik. Burası sessiz bölge olarak ilan edilmiş durumda ve kesinlikle konuşmak yasak.

Son olarak kasabanın içinde biraz dolaştık. Rengarenk evler görülmeye değerdi.

2 Haziran 2016 Perşembe

Lugano, Lihtenştayn ve Zürih

Bir önceki gün Como’da yağmur yağmasına pek aldırış etmemiş hatta sonuna kadar keyfini çıkarmıştım. Ancak Lugano yolunda yağan yağmura biraz üzüldüm. Çünkü harika manzaralardan geçiyorduk ve yağmurlu /sisli hava manzaramızı gölgeliyordu. Yemyeşil doğanın içinde yer alan şirin köyler, birbirinin arkasına yaslanmış dağlar ve dağlar arasında kalan göller gördüğümüz manzaranın sadece bir kısmıydı.
Lugano’ya vardığımız zaman ilk önce göl kenarında biraz yürüyüş yaptık.
Akabinde şehir merkezini gezerek alışverişe zaman ayırdık.
Günün ikinci durağı ise Lihtenştayn oldu. Lihtenştayn, prenslikle yönetilen küçücük bir ülke. En meşhur kısmı da tepesinde prensin yaşadığı şato.
Akşam saatlerine yaklaşırken Zürih’e vardık.
Zürih oldukça büyük bir şehir. Öyle 1 günde tamamının gezilmesi pek mümkün değil. Biz de artık gezebildiğimiz kadarını gezdik. Tatil başında Cenevre’de gördüğümüz pahalılık  aynen Zürih’te de vardı. Bu arada insanlarının ne kadar kibar olduğundan bahsetmeden geçemeyeceğim. Bir yerde ailece fotoğraf çektirmek istedik. Fakat yağmur yağıyordu ve herkesin elinde şemsiye vardı. Dolayısıyla yoldan geçen birinden bunu rica etmeye çok çekindim. Elimde fotoğraf makinesi rica ediyim mi etmiyim mi diye düşünürken biri ile göz göze geldim. Çekinerek  “acaba 1 dakikanızı ayırıp bizim fotoğrafımızı çekebilir misiniz” diye sordum. Elimden makineyi alan kişi güler yüzlü bir şekilde bizim fotoğrafımızı çekti ve ardından biz istemeden yedek fotoğraf almak için 2 kez daha deklanşöre bastı. Kısacası Zürih, yardımsever insanların olduğu, güzel ve büyük bir şehir.