Bu sene İstanbul Bienali mekanları Karaköy ve Beyoğlu civarında konuşlanmış durumda. Geçtiğimiz hafta sonu hem sergileri görmek hem de dışarıda biraz vakit geçirmek amacıyla sabahın erken saatlerinde evden çıktım. İlk durağım Galataport oldu. Henüz İstanbulluların sokağa dökülmediği, şehrin tadını martıların çıkardığı saatlerdi.
Yavaş yavaş Karaköy sokaklarında dolaşarak Fransız Geçidi’ne vardım.
Son zamanlarda favori kahvaltıcım olan Mums’da tesadüf eseri bulduğum son boş masaya yerleşerek siparişimi verdim. Sanırım bienal dolayısıyla Karaköy her zamankinden daha kalabalıktı.
Kahvaltı sonrası sergi gezime Meclisi Mebusan No : 35 ile başladım. Burada 3 ayrı sanatçının eserleri vardı.
Üst katta Eva Fabregas'e ait Sızıntılar sergisi yer alıyordu. Sanatçı insan vücudundaki bağırsak, işkembe gibi organlardan ilham alarak bu sergiyi oluşturmuş.
Alt katta ise bir Yunan sanatçının ahşap heykel servisi vardı. Yunanlıların ilk çağ dönemlerine atıfta bulunan bu serginin bir de kısa filmi salonda gösterimdeydi.
Meclisi Mebusan’dan çıktıktan sonra ise Karaköy Külah Fabrikası’na geçtim. Böylece bienal sayesinde bir zamanlar şehrin göbeğinde külah üreten bir fabrika olduğunu da öğrenmiş oldum.
Açıkçası gördüğüm sergiler arasında en az keyif aldığım yer burası oldu. İki bölümden oluşuyordu. Birinci bölümde Kosovalı bir sanatçının lokum fabrikasında çalışan kadınların emeklerini anlattığı bir sergi diğer bölümde de İspanyol bir sanatçının kısa videolu anlatımı vardı.
Bienalin
en kapsamlı sergileri ise Zihni Han’da yer alıyordu. O da bir sonraki yazının
konusu olsun mu?