26 Haziran 2014 Perşembe

Kuzguncuk

3 katlı, cumbalı, ahşap bir ev; pencerelerinde rengarenk çiçekler var. Sofaya açılan odalar sıcacık döşenmiş, mutfaktan mis gibi kokular yayılıyor. Yer döşemesindeki tahtalar yürürken biraz gıcırdıyor ama olsun kışın evi sımsıcak yazın da serin tutuyor. Sonra evin bulunduğu mahallede komşuluk ilişkisi de güzel “müsaitseniz annemler bu akşam size gelecek” cümleleri hala söyleniyor. İşte bu ev, benim hayalimde yer alan, yaşamak istediğim ev J Böyle evler ve bu evlere sahip mahalleler hala var mı tam bilmiyorum ama Kuzguncuk’a gittiğim zamanlar hayallerime doğru kısa bir yolculuğa çıkıyorum.
Mayıs ayı ortalarında kuzenim Meltem İstanbul’a geldi. Hem onun gezmesi hem de bir kaç fotoğraf çekmek amacı ile sabah erken saatlerde Kuzguncuk’a doğru yola çıktık. Beşiktaş’tan Üskürdar vapuruna binerek önce püfür püfür rüzgar eşliğinde Üsküdar’a geçtik. Ardından da Kuzguncuk’a doğru yürümeye başladık.
Kuzguncuk’ta bizi ilk karşılayan Ekmek Teknesi isimli mekan oldu. Küçük bir cafe olarak hizmet veren mekan bir zamanların ünlü dizisi Ekmek Teknesi’ne fırın olarak ev sahipliği yapmıştı.
Sonra rengarenk ahşap evlerin sıralandığı Perihan Abla sokağına gittik. Burada da bir kaç fotoğraf çektik.

Daha sonra yaklaşan öğle saatleri ve havanın da ısınması nedeni ile sahilde yer alan Savor Cafe’ye uğradık. Tavanı rengarenk şemsiyelerle döşenmiş bu cafe bize oldukça ilginç geldi.
Mekandan gözüken manzara da işte böyleydi.
Ben serinlemek için limonatayı tercih ederken Meltem’in tercihi kahve yönünde oldu.
İçeceklerimizi içip, dinlendikten sonra Kuzguncuk’tan ayrıldık.

18 Haziran 2014 Çarşamba

Hediyeleşme Etkinliği ve Geç Gelen Bir Yazı

Mayıs ayı başlarında http://znurundunyasi.blogspot.com.tr/  blogunun sahibi Öznur Hanım bir hediyeleşme etkinliği düzenledi. Bu etkinlik kapsamında ben de http://aurorasanat.blogspot.com.tr/  blogunun sahibi Hilal Hanım ile eşleştim. Karşılıklı hediyelerimizi gönderdik. Ancak tatile gitmem ve dönüşte tatil yazı dizisi yazmam dolayısıyla Hilal Hanım’dan gelen güzel hediyeleri burada paylaşamadım.

Hilal Hanım hepsi el emeği göz nuru olan çok güzel hediyeler yollamış bana. Paketi açtğım zaman  ilk gördüğüm üzeri gül desenli minik bir kutu oldu. Bu kutuyu aksesuar kutusu olarak kullanmaya başladım bile J Ayrıca pakette yer alan yine el emeği iğnelikler ve lavanta kesesi de çok hoştu. Nasıl da severim lavanta kokusunu, sanki bilmiş de göndermiş Hilal Hanım J
Hediyelerim arasında bir de kitap vardı. John Steinbeck’in yazdığı “Köpeğim Charley ile America Yollarında” kitabı okunacak kitaplar listemde hemen yerini aldı ve sırasını bekliyor. Daha evvel hiç John Steinbeck kitabı okumadığım için merak içindeyim.
Tüm hediyeler için Hilal Hanım’a çok teşekkür ederim. Eline, emeğine sağlık J

11 Haziran 2014 Çarşamba

Avrupa'nın En Uç Noktasını Gördüm ve Sertifika Aldım :)

Sintra’dan ayrılmamızın ardından Cascais’e doğru yola çıktık. Cascais, Atlas Okyanusu kıyısında bir sahil kasabası.
Kasabaya vardığımızda Sintra’daki puslu hava yerini güneşli bir havaya bırakmıştı. Öğle saatleri olduğu için önce karnımızı doyuralım diyerek merkezdeki bir restorana uğrayıp fish and chips siparişimizi verdik.  Aslında Portekiz’e özgü yemekler yemek vardı ama maalesef ülkenin kendine özgü geniş bir mutfağı yok.
Yemek sonrası ise kasabayı gezmeye başladık.
Sokaklarda bir çok hediyelik eşya dükkanı bulmak mümkün. En çok satılan hediyelik eşyalar ise Portekiz’in simgesi horozlar ve mantardan yapılmış çanta, cüzdan..gibi aksesuarlar.

Cascais’de iyice dolaştıktan sonra Avrupa’nın Atlas Okyanusu kıyısındaki en batı ucuna Caba de Roca’ya hareket ettik. Caba de Roca’ya yaklaştıkça hava şartları ve bitki örtüsü de değişmeye başladı. İnanılmaz bir rüzgar çıktı ve ağaçların yerini çeşitli otlar almaya başladı. Veeee sonunda vardık.
Hırçın dalgaların kıyıları dövdüğü Caba de Roca harika bir manzaraya sahipti.
Bir de buraya kadar gelenlere Avrupa’nın en batı ucunu gördüğüne dair sertifika veriyorlardı. Eksik kalmadım tabi hemen sertifikamı aldım :) 
Eveeeet, işte 8 gün süren bir gezi böylece bitti. Bize de anılarımızı bavullarımıza yükleyerek dönmek düştü...

5 Haziran 2014 Perşembe

Aklım Sende Kaldı Sintra

Küçücük bir şehir düşünün. Yemyeşil ormanların içinde, tarihi evlere sahip, arnavut kaldırımı yolları olan bir şehir. İşte düşündüğünüz şehir Sintra. Gezimizin son gününde Lizbon’a çok yakın olan Sintra’ya gittik.
Sabah saatlerinde Sintra’ya vardığımızda hava sıcaklığı 19 C yi gösteriyordu. Tatil başından beri 35-40 C hava sıcaklığına alıştığımız için epey üşüdük J
Önce merkezde biraz gezerek eski sarayı gördük.
Ardından ara sokaklara girerek yukarı doğru yürümeye başladık. Burada en dikkat çekici nokta Lord Byron’un yaşamını geçirdiği evdi.
Daha sonra Pena Sarayı’na gitmeye karar verdik. Ah Pena Sarayı ... Şu ana kadar gördüğüm en güzel saraydı diyebilirim. Masallarda betimlenen saraylara benziyordu.
Saraya girdiğim anda garip duygulara kapıldım. Sanki pencerelerin birinden Rapunzel saçlarını uzatacak ya da Pamuk Prenses’in üvey annesini bir ayna karşısında görecekmişim gibi J
 
Sarayın içini ise vakit yetersizliğinden maalesef gezemedik. Ancak kapı girişinden fotoğraflayabildim.
Sonra puslu orman yolundan yürüyerek aşağıya inmeye başladık.
Merkeze vardığımız zaman çok hoş dekore edilmiş bir pastaneye uğrayarak Sintra’ya özgü bir tatlı çeşidi olan Queijada aldık. Bu tatlı Belem pastasına benziyor ancak belem pastası kadar lezzetli olduğu söylenemez.
 
 
Tatlımızı yedikten sonra maalesef Sintra’da daha fazla vaktimiz kalmamıştı. Avrupa’nın en batı ucu olan Cabo de Roca’ya gitmek üzere yola çıkmalıydık L Sintra’da bir çok yeri göremedik. Kocaman bir botanik bahçesi, manzaralı bir kale, Pena Sarayı’nın içi, bir sürü sokak, cafe maalesef görülemedi L O yüzden aklım Sintra’da kaldı diyebilirim. Bir daha gitmek ve Sintra’da 1 tam gün geçirmek çok isterim.

3 Haziran 2014 Salı

7 Tepe Üzerine Kurulu Bir Şehir : Lizbon

İspanya’nın Endülüs bölgesindeki gezimizi bitirdikten sonra -gezimizin 6.gününde- Portekiz’in başkenti Lizbon’a gitmek üzere hareket ettik. Yaklaşık 5-6 saat süren yolculuğun ardından Lizbon’a vardık. Lizbon, aynı İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş bir şehir. Ortasından nehir geçiyor ve köprü ile iki yaka birbirine bağlanıyor. Köprü üzerinden geçerken kendimi Anadolu yakasından Avrupa  yakasına geçiyormuş gibi hissettim  desem yalan olmaz.

Şehre girdiğimiz zaman ilk yaptığımız iş meşhur pastane “Pastais de Belem” e gitmek oldu. Bu pastane dışı milföy hamuru, içi muhallebi dolgulu tatlısı ile meşhur. Önünde her daim uzun bir kuyruk oluyor. Ancak şunu söyleyebilirim; tatlının lezzeti o uzun kuyrukta beklemeye değiyor. Aynı tatlı kaldığımız otelde de sabahları çıktı ama bu pastanede yediğimiz tatlının lezzetini bulamadık.
Ayrıca pastanenin içi de çok büyük ve çok güzel dekore edilmiş.
Belem pastamızı yedikten sonra nehir kıyısına geçtik. Nehir kıyısında İki önemli yapı bulunuyor. Keşifler Anıtı ve Belem Kulesi...
Keşifler Anıtı, Portekiz’in 15. ve 16. yüzyılda yaptığı keşifleri singelemek için yapılmış.
Belem Kulesi ise Vasco de Gama anısına yaptırılmış bir kule.
Daha sonra şehir merkezine geçtik. Merkezde ilginç bir asansör olan Santa Justa yer alıyor. Bu asansör bir mahalleyi diğer mahalleye bağlayan bir ulaşım aracı olarak kullanılıyor. Aynı zamanda seyir terası işlevi de görüyor. Kuyruğa girerek asansöre bindim ve seyir terasından Lizbon’u seyrettim.
Bu sarı tramvaylarda hem ulaşım aracı olarak hem de şehir turu yapmak için tercih ediliyor.
Biz de tramvaylardan birine atladık ve Lizbon Kalesi’ne doğru yola çıktık. Şunu söyleyebilirim eğer Lizbon’a giderseniz mutlaka bu kaleyi görün. Çok büyük olan bu kale, etkileyici bir manzaraya sahip.
Fotoğrafta görünen yazımın başında bahsettiğim köprü; 25 Nisan Köprüsü...
Kale oldukça büyük olduğu için gezmek 1-1.5 saat sürüyor.
Böylece Lizbon’da ilk günümüzü tamamlayarak geceleme için otelimize geçtik.