30 Mayıs 2016 Pazartesi

Milano ve Como

Sabahın erken saatlerinde İtalya’nın moda ve sanat başkentini görmek için yollara düştük. Hava biraz puslu olmasına rağmen yağmur çok az çiseliyordu ve bu durum sevindiriciydi. Milano’ya vardığımızda ilk ziyaret ettiğimiz nokta Leonardo Da Vinci heykeli oldu.
Ardından Duomo meydanında Duomo Katedrali tüm heybeti ile bizi karşıladı. Milano’da vaktimiz o kadar kısıtlıydı ki maalesef içini gezemedik. Dışardan fotoğraflarını çektikten sonra Galleria Vittorio Emanuele’ye yöneldik.
Galleria Vittorio Emanuele dünyanın en eski alışveriş merkezlerinden biri. Cam tavanı, yerdeki mozaik süslemeleri ve duvar resimleri ile buram buram sanat kokan bir alışveriş merkezi.
Zeminde yer alan boğa mozağinin üzerinde 3 tur dönmenin uğur getirdiğine inanılıyormuş. Tabi ki döndük J
Yola çıkmadan evvel Milano’da tadabileceğimiz lezzetleri not almıştım. Bunlardan biri Panzerotti adını verdikleri hamur kızartmasıydı. En iyi yapan yer de Luini idi. Çok fazla zorlanmadan Luini’yi bulduk ve panzerottilerimizi aldık. Panzerotti aslında bizim bildiğimiz hamur kızartmasının (pişinin) aynısı. Ancak burada o kadar meşhur olmuş ki çok fazla çeşit yapmaya başlamışlar. Mantar-zeytin-soğan, mozerella-domates…gibi.
İtalya’ya gelip kahve tatlı keyfi yapmadan ayrılmak olmazdı.
Ve sarı troleybüsler Milano’nun simgesi durumunda.

Sanat başkentinin ardından Como’ya hareket ettik. Como’ya vardığımız zaman sabah ki puslu hava yerini yağmura bırakmıştı. Şöyle bir etrafı gezdikten sonra tekne turu yapmaya karar verdik. İşte ne olduysa o anda oldu. Tekne henüz hareket etmişti ki yağmur şiddetini arttırarak bardaktan boşalırcasına yağmaya başladı. Bu duruma aldırış etmeyerek biraz yağmur altında ıslanmanın keyfini çıkardıktan sonra teknenin kapalı kısmında gezimizi sonlandırdık.

26 Mayıs 2016 Perşembe

Şarkılara Konu Olan Kasaba : Portofino

Bir önceki günün yorgunluğunu henüz atamadan Cenova’da yeni bir güne merhaba dedik. Günlük programımızda İtalya’da en çok merak ettiğim yerlerden biri olan Portofino vardı. Ama öncesinde ufak bir Cenova turu yaptık.

İlk önce limandaki korsan gemiyi gördük.
Ardından Turgut Reis’in hapsedildiği binayı fotoğrafladık.
Sonrasında ise kentin Soprano isimli tarihi giriş kapısına gittik. Burada kapı üzerinde yazan yazıyı rehberimiz şu şekilde tercüme etti; “Bu şehre huzur getirmeyeceksen hiç gelme”.Ne güzel bir söz di mi? Huzur getirmeyecek hiçbir şey hayatımıza gelmesin….
Kapı girişinde Christoph Colombo’un yaşadığı ev de bulunuyor.
Bu küçük Cenova gezisi sonrası Portofino’ya doğru yol aldık. İçinde bulunduğumuz tekne Portofino’ya yaklaştığı zaman, kasabanın çok tanıdık olduğunu fark ettim. Rengarenk evler, minik kayıklar,sandallar, yeşil bir örtü ve işte fotoğraflarda gördüğümüz Portofino.
Acıktığımız için soluğu hemen minik bir fırının önünde aldık ve lezzetli focaccia ları mideye indirdik.
Portofino çok küçük bir kasaba. Bir kaç saatte tamamı gezilebilir.

Biraz gezip biraz manzara seyrettikten sonra tekrar Cenova’ya döndük. Cenova pesto sosu ile ünlü. Sosu pizzalarda, makarnalarda bilimum bir çok şeyde kullanıyorlar. Makarna delisi olduğum için tabi ki tercihim makarna yönünde oldu. Ailem ise pizzayı tercih etti.

24 Mayıs 2016 Salı

Cote D’Azur Kıyıları

Anlamı gökyüzü mavisi olan Azur kelimesi Fransa’nın güney kıyılarına ismini veriyor ve bu bölge Cote D’Azur olarak çağrılıyor. Bir diğer adı ise Fransız Rivierası…

Burada ilk durağımız Cannes oldu. Bir sonraki hafta film festivali olmasından dolayı şehirdeki telaş fark edilir ölçüdeydi. Önce limanın fotoğrafını çektik ve ardından cadde boyunca yürümeye başladık.
Film festivalinin yapıldığı yani kırmızı halınının serildiği yerde geniş güvenlik önlemleri söz konusuydu. Normal şartlarda kırmızı halı yıl boyunca serili olurmuş ancak son dönemde meydana gelen terör olaylarından ötürü kaldırılmış. Alanın kırmızı halısız fotoğrafını çektikten sonra istikametimiz Nice oldu.
Cadde boyunca sırlanamış palmiyeler Nice’e girdiğimizin müjdecisiydı.
Nice’e gitmeden evvel çok övgüler duymuştum. İşte denizi bi başka güzel,  orada gökyüzünün rengi muhteşem…vs. vs. Valla bana bu övgüler biraz abartılmış geldi açıkçası. Evet, güzel bir sahil kenti. Ancak pekala Türkiye’nin kıyı şeridinde de çok güzel kasabalar, beldeler bulmak mümkün. Bu yüzden Türkiye’den giden bir kişiyi şaşırtacak kadar güzel değil bence.
Nice sonrası ise bir parfüm imalathanesine gittik.  Burada bize parfümün nasıl elde edildiği anlatıldı. Fiyatlar da alışveriş için makul düzeydeydi. Ancak o kadar çok parfüm çeşidi var ki ben karar veremedim. Sonradan pişman olmamak için de alışveriş yapmadım.
Veee Monaco… Kısa bir süre önce oranın gelmiş geçmiş en zarif prensesinin, Grace Kelly’nin hayatını okumuştum. Dolayısıyla çok merak ediyordum. Bu küçük şehir devletinde ilk göze çarpan ülkenin zenginliği oluyor.
Prens ve ailesinin yaşadığı saray…
Son durağımız ise Monte Carlo oldu. Şans oyunları merakım pek olmadığı için – yılbaşında bile çok nadir bilet alırım -  casinoyu uzaktan fotoğraflamakla yetindim.
Bir de tabi Monte Carlo Formula yarşı ile ünlü. Formulanın yapıldığı caddeler de işte böyle…

Fransız Rivierası’nı gezdikten sonra ülkeden ayrılarak İtalya’ya doğru yola çıktık. Varacağımız nokta Cenova idi. 

19 Mayıs 2016 Perşembe

Lavanta Tarlalarına Yolculuk

Seyahatimizin 2.gününde Fransa’nın Provence bölgesine doğru yola çıktık. Bölge sahip olduğu lavanta tarlaları ile biliniyor. Gönül isterdi ki mosmor tarlaları görelim, lavanta kokusundan sarhoş olalım. Ancak mevsim itibari ile lavantalar henüz çiçek açmamıştı. (Haziran ayı mevsimiymiş) Yine de güzel manzaralar eşiliğinde yolculuk yaparak Avignon’a geldik ve orada bol bol lavanta ile haşır neşir olduk.

Avignon tipik bir orta çağ kenti. Şehrin girişinde misafirleri karşılayan Pont Saint Benezet köprüsü Unesco dünya miras listesinde yer alıyor. Yarısı yıkılmış olan köprü turizm pazarlaması gereği tamir edilmemiş. Böylece bir çok turistin ilgi odağı oluyor. Bu arada köprünün üzerine çıkmak ücretli. Tabi ki bu gereksiz eylemi yapmadık J
Şehrin bir diğer önemli eseri ise papalık sarayı…
Papalık Sarayı’nın tam önünden turistik otobüs kalkıyor ve Avignon’u gezdiriyor. Biz de bu otobüse binerek bir gezinti yaptık.
Şehrin meydanında ise bir atlı karınca kurulmuş durumda. Rengarenk atlı karıncayı görünce çocukluğuma dönüverdim. Ah keşke çocuk olsam da bir atın üzerinde dönüp dursam diye aklımdan geçirirken koca koca kadınların bindiğini gördüm. Bu olayı görmemle kendimi bir atın üzerinde bulmam arasında geçen süre sanırım saniyelerle sınırlıdır. 3 dakikalığına çocukluğuma dönerek çok keyifli zaman geçirdim.
Ardından Avignon’un dükkanlarını dolaşmaya başladık. Tatil boyunca gördüğüm en güzel dükkanlar kesinlikle buradaydı. Lavanta keseleri, lavanta sabunları, provence bölgesi resimli mutfak eşyaları, özel tasarım elbiseler…vs. Hepsi birbirinden güzeldi. Dükkanlarda dolaşmaya o kadar çok kendimi kaptırmışım ki çok az fotoğraf çekmişim.
Avigon gezisi sonrası bir diğer Provence şehri olan Aix En Provence’ye doğru yola çıktık. Ben Aix En Provence şehrini nedense bir Fransız şehrinden çok İtalyan şehrine benzettim. İşte o dar sokaklar…
Aşağıdaki resimde görünen bir heykelmiş. Evet evet resimde heykel gözükmüyor. Zaman içinde heykeli yosun kaplamış ve şimdiki görünümüne bürünmüş. En iyisi yosun heykel diyelim adına…

Şehrin en önemli cafesi ise 1792 yılından beri varolan ve o günkü görünümü ile menüsünü hala koruyan “Les Deux Garçons”. Bu cafenin önemi sadece eski bir cafe olmasından değil aynı zamanda ressam Cezanne ve yazar Emile Zola’nın buluşma noktası olmasından geliyor.

17 Mayıs 2016 Salı

Cenevre, Lyon ve Tatil Başlasın

Geçen hafta yurt dışına ailece güzel bir seyahat gerçekleştirdik. Her sene seyahat öncesi derin bir heyecan duyar, günler öncesinden planlar yapar, hayaller kurardım. Bu sene ise daha önceki seneler gibi  heyecan içinde değildim. Tek beklentim dolu kafamı biraz boşaltmaktı. Bu düşünce ile Cumartesi sabahı çok erken saatlerde hava alanının yolunu tuttuk. İstikamet Cenevre idi.

İsviçre’ye yaklaşınca karlı Alp dağları gözükmeye başladı. Yukarıdan karlı dağları seyretmek çok hoştu.
Uçak Cenevre üzerine geldiğinde aklımda hava durumu ile ilgili bazı düşünceler vardı. Muhtemelen hava şimdi yağmurludur, iyi ki yağmurluğumu almışım derken parıl parıl parlayan güneşin merhabası beni şaşırttı.

Cenevre’de ilk gördüğümüz yer meşhur fıskıye  (Jet D’eau) oldu. Rüzgarlı havalarda insanları rahatsız etmemek için çalıştırılmayan fıskiye havanın güneşli ve güzel olması dolayısıyla çalıştırılmıştı.
Fıskiye sonrası İngiliz Bahçeleri isimli parkta çiçek saati gördük. Mevsim çiçeklerine göre düzenlenmiş olan ve çalışan saat çok güzeldi.
Sonrasında ise Cenevre’nin bir kaç tarihi binasını görerek şehirden ayrıldık ve Lyon’a doğru yola çıktık. Cenevre küçük, temiz, güzel ama bir o kadar da pahalı bir şehir. Yani şöyle diyim Mc.Donald’s ta bir menü 14 Euro civarı. Artık gerisini siz düşünün.

Lyon, Rhone ve Saone nehirleri arasında kalan bir Fransız şehri. Ben böyle içinden nehir akan şehirleri çok seviyorum. Dolayısıyla Lyon’a da hemen kanım kaynadı.
Bellecour meydanı şehrin en büyük meydanı. Hatta ülkenin de en büyük meydanlarından biriymiş.
Lyon Katedrali…
Lyon’da en sevdiğim bölge eski şehir diye tabir edilen cafelerin, yerel dükkanların bulunduğu, kalabalığın yoğunlaştığı cıvıl cıvıl kısım oldu.
Buralara kadar gelmişken sevimli bir Fransız cafesinde macaron tatmadan dönmek olmazdı.

Burası da Karayip Korsanları teması ile süslenmiş bir şekerci dükkanı. Şekerle öyle aman aman aram olmadığı için alışveriş yapmadım ama dükkanın bir kaç yerde şubesinin olması meşhur olduğunu gösteriyordu.

12 Mayıs 2016 Perşembe

Sade

Hayat sade yaşanınca mı yoksa cafcaflı yaşanınca mı güzel? Bu sorunun kişiden kişiye göre değişen bir yanıtı vardır mutlaka. Kimi sade yaşamıyla mutluyken kimi kalabalığı ile mutludur. “Sade” , Begüm Başoğlu ve Ege Erim’in yazdığı bir kitap. Kitapta yaşamın her alanında yapılacak olan sadeleşmeden bahsediliyor. Mesela gereksiz kıyafetlerin dolapları işgal etmesi, sosyal medyayı gereğinden fazla kullanıp zaman öldürmek, abartılı yemek yemek gibi konularına değinilmiş.

Kitabı okurken kendime sık sık sade yaşıyor muyum diye sordum? Valla sosyal medya konusunda sade yaşıyorum. Yani bütün gün elimde telefon facebook, instagram gezmiyorum. Her gün hesaplarıma bakıyorum tabi ki  ama abartmıyorum. Telefonumda whatsapp bile yüklü değil. Gerçekten birine ulaşmak istersem telefon etmeyi tercih ediyorum aynı şekilde birisi de bana ulaşmak isterse telefon edip sesimi duyabileceğini biliyorum.

Öte yandan eşya konusunda çuvallıyorum. Her şeyi saklama huyumdan vazgeçemedim gitti. Ya lazım olursa? Nasıl bir sorudur ki bu benim elimi ayağımı bağlıyor. Yalnız son yıllarda gardırop temizliğinde şuna dikkat etmeye başladım; eğer 2 senedir giymediğim bir eşya var ise ne kadar yeni olursa olsun ve ne kadar para vermişsem vereyim o eşyanın yolunu açıyorum. Çünkü biliyorum ki 2 senedir gardıroptan çıkmamışsa daha da çıkmaz.

Bir de hatıralar var… Onlar sittinsene geçse hep orada duracak onu biliyorum. Çünkü hatıralara sıkı sıkıya bağlanan bir yapım var. Mesela lise mezuniyette giydiğim elbisem üzerinden neredeyse 20 sene geçmesine rağmen hala dolapta. Eski karnelerim, bilgi yarışmasında aldığım derece sonucu hediye edilen dolma kalem (ortaokul), ilkokul arkadaşlarımın yazdığı “Hatıra hatıra dedin başımın etini yedin..” şeklinde başlayan satırları içeren hatıra defteri koca bir kolinin içinde yangında ilk kurtarılacak olarak duruyor…

Ayrıca önemli belgeleri, makbuzları da uzun süre saklıyorum. Geçenlerde doktora gittim ve bir ultrason çektirdim. Çıkarken doktor bana “Ultrasonu sakla, tamam mı?” dedi? Kocaman gülümseme ile tabi ki dedim. Aksi düşünülemezdi bile J

Böyle işte kimi alanlarda sadeyken kimi alanlarda kalabalığım. Ancak bu kalabalık da sonuçta benim tercihim. Kitaba dönecek olursak güzel bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Akıcı bir dil ile önemli noktalara değinilerek yazılmış. Tavsiye ederim.

9 Mayıs 2016 Pazartesi

Ve Bitti..

3 senedir severek çalıştığım işimden geçen hafta ayrıldım. Uzun zamandır sancılı bir süreçti zaten. Aralık ayından beri bişeyleri onarabilir miyiz, olur mu acaba diye uğraştım ama olmadı.

Şanslıyım ki 3 sene boyunca severek çalıştım. Öyle Pazartesi sendromu filan da yaşamadım. Özenle ve gayretle çalıştığım için iş yerimin verimini de arttırdığımı düşünüyorum. Ayrılışım ise kavgalı gürültülü olmadı herkesle kucaklaşarak veda ettim. Ben herkesi iyi hatırlayacam umarım onlar da beni iyi hatırlarlar.

Tabi ki şu an üzülüyorum. Belli bir düzenin bozulması insana zor geliyor. Ancak uzun süredir yapmak istediğim ama iş yoğunluğumdan ötürü yapamadığım bazı şeyler vardı. Artık onlara odaklanacağım. Ne diyelim her şeyin hayırlısı…

5 Mayıs 2016 Perşembe

Topkapı Sarayı (Son Bölüm)

Sarayın en gösterişli avlusu kesinlikle 4.avlu. Bu son avluda harika bir manzara ve göz alıcı yapılar yer almakta.
Sofa Cami...
Caminin hemen karşısında Esvap Odası bulunuyor. Yabancı elçiler padişahın huzuruna çıkmadan evvel Esvap Odası’da kıyafetlerini değiştirirlermiş.
Hekimbaşı odası... Sarayın baş hekiminin yaşadığı yapı...
Sofa Köşkü avluda yer alan önemli köşklerden biri.
Bir diğer önemli yapı ise Bağdat Köşkü. 4.Murat’ın Bağdat Seferine çıkma anısına yapılmış bir köşk.
İftariye Kameriyesi... Ramazanın yaz aylarına geldiği dönemlerde padişahın orucunu açtığı yermiş.
Ayrıca bu avluda Revan Köşkü, Havuzlu Teras gibi yapılar da bulunmakta.
İşte Topkapı Sarayı böyle...En az yarım gün ayrılması gereken küçük bir şehir diyebiliriz...