17 Aralık 2012 Pazartesi

Tarihi Yarımada'da Bir Gün

Bana İstanbul’da en sevdiğin semt neresi diye sorsalar bir dakika bile düşünmeden Eminönü cevabını veririm. Tarihi  yarımadanın merkezidir Eminönü. Oraya gittiğim zaman çarşılarında, hanlarında, tarihi yerlerinde dolaşmaktan büyük keyif alırım. Mutlaka sabah erken giderim Eminönü’ne, ayağımda rahat bir ayakkabı, çantamda az malzeme olur. Çünkü sabah erken saatlerde ayak bastığım semtten akşam karanlığında dönerim çoğu zaman J

Cumartesi günü de öyle yaptım ayağıma topuksuz botlarımı geçirdim ve soluğu Eminönü’nde aldım. Mısır Çarşısı’ndan başladığım geziyi Beyazıt’ta bitirdim. Eminönü’nde o kadar çok anlatılacak, yazılacak şey var ki…Tek yazıda hepsini sığdıramayacağım için bugün yalnızca Mısır Çarşısı’ndan bahsedicem.
Mısır Çarşısı, Yeni Camii külliyesi içinde yer alan yaklaşık 400 yıllık bir çarşı. Vakti zamanında Kahire’den alınan vergilerle bu çarşı inşa edilmiş bu yüzden de ismi Mısır Çarşısı olarak kalmış.6 tane kapısı var. Ben meydana bakan kapıdan çarşıya giriş yaparım genelde. Bu kapı her daim kalabalık olan çarşının en yoğun kapısı.


Mısır Çarşısı görülebilecek en renkli çarşılardan biri. Tezgahlar renkli lokumlar, baharatlar, kuru meyveler ve  hediyelik eşyalarla donatılmış durumda. Turistler bu renkli tezgahların fotoğrafın çekebilmek için birbirleri ile yarış halinde diyebiliriz.

  
Çeşitli aromalara sahip lokumlar...

Benim çarşıya her gidişimde uğradığım dükkan ise istisnasız Arifoğlu J Burada durur; elma kurusu, portakal kurusu gibi kuru meyve çayları ile ihtiyacım olan çeşitli baharatları alırım. Bu sefer de  öyle yaptım. Biraz elma kurusu ve ıhlamur aldım.


 Ayrıca çarşının içinde renk renk, farklı desenlerde şallar satan dükkanlar da var.Buralara da göz atmadan geçmeyein derim.Evde takmadığımm bir sürü şalım olduğu için ben sadece göz gezdirmekle yetindim. Çarşının koridorlarında ilerlerken hediyelik eşyalar satan çeşitli dükkanları da görebilirsiniz. Bu dükanlarda bakır cezveler, çeşitli fincan takımları, mavi boncuktan yapılmış objeler bulabilirsiniz.  





26 Kasım 2012 Pazartesi

Bir Beyoğlu Klasiği : Balık Pazarı

Daha önceki Beyoğlu yazımda Beyoğlu’nda bulunan klasiklerden bahsetmiştim. Bu klasiklerin en başında da Balık Pazarı geliyor. İki hafta evvel, Beyoğlu’na gitmişken balık pazarına da uğradık. Bakmayın adının Balık Pazarı olduğuna çarşıda 3-4 tane balıkçı ya vardı ya yoktu. Eskiden burada 30 civarı balıkçı varmış. Şimdi o balıkçılar yerlerini restoranlara, barlara ve hediyelik eşya satan dükkanlara bırakmış durumda. Ancak yine de tarihi çarşı içinde klasikleşmiş bazı dükkanları görmek mümkün.
 
Pazar girişi...

Pazarda varlığını sürdüren 3-4 balıkçıdan biri...
Çarşı girişinde midye tava ve kokoreç yapan restoranlar karşılıyor bizi. Çok sevdiğim midye tavanınkokusu beni baştan çıkarmaya çalışsa da şu sıralar sağlıklı yeme günlerimde olduğum için koku duyumu yok sayıyorum J

Çarşıda ilerlemeye devam ederek Titiz Manav’ a ulaşıyoruz. Burası her türlü sebze ve meyveyi bulabileceğiniz bir mekan. Hürriyet gazetesinin en iyi 10 manav sıralamasında da başı çekiyor. Biz de burada kısa bir mola veriyoruz ve ısırgan otu alıyoruz.(Annem çok güzel ısırgan yemeği yapar)


Titiz manavın bulunduğu sokaktan içeri girince ise Beyoğlu Şarküteri’yi görüyoruz. Ben buradan hiç alışveriş yapmadım. Ancak her türlü şarküteri ürününü ve yöresel peynirleri burada bulmak mümkün.
Sokakta biraz ilerleyince Tarihi Beyoğlu Ekmek Fırınına ulaşıyoruz. Hiç denemedim ama buranın da ekmeklerinin  çok lezzetli olduğu söyleniyor. Ekmek fırının hemen yanında ise Petek Turşucusu var. Petek Turşucusu da diğer mekanlar gibi çok eski bir dükkan. Biber, salatalık, lahana gibi klasik turşuların yanısıra bamya, mantar, kiraz gibi ilginç turşular da yapıyorlar. Buradan biraz biber turşusu biraz da denemek için bamya turşusu aldık ve balık pazarı gezimizi sonlandırdık.

 
Rengarenk turşu kavonazları çok göz alıcı...

 

19 Kasım 2012 Pazartesi

Sonbaharın En Turuncu Rengi

Balkabağı ile ilişkimiz çocuk yaşta başlar. Külkedisinin gösterişli arabasıdır o. Gece saat 12’ye kadar külkedisinin hizmetinde görevlidir. Gece 12 ‘de ise özüne döner.

Sonbahar mevsiminin vazgeçilmez sebzesi, Ekim sonu, Kasım ayı başlarından itibaren pazarlarda ve market raflarında yerini alır. O sonbaharın en turuncu rengidir. Tatlısı, çorbası, yemeği, böreği gibi bir çok şeyi yapılır. Ancak  ülkemizde en popüler tüketimi tabi ki tatlı olarak tüketimidir.

Annemin yaptığı balkabağı tatlısını çok severim. Böyle yumuşacık, ağızda dağılan bol cevizli bir tatlı yapar annem. Ben geçtiğimiz hafta sonu farklı bir şey denemek istedim ve http://yemekkvakti.blogspot.com/ da yer alan Balkabaklı Pasta tarifini evde uyguladım. Tarif için  Aylin Hanım’ a buradan teşekkür ediyorum.

Pasta oldukça lezzetliydi özellikle babam bayıldı. Tarifi burada da paylaşmak istiyorum.
Bal Kabaklı Pasta

Malzemeler
 
1 kilo balkabağı (ben 1 kilodan çok az daha fazla kullandım)
1.5 su bardağı şeker
1 su bardağı su

400 gram cici bebe (cici bebe yerine pötibör bisküvi ile de daha hafif bir tat elde edilebilir diye düşünüyorum daha sonra bir de böyle deneyecem)
1 su bardağı ince çekilmiş ceviz
2 poşet krem şanti (1 paket yani)
1 su bardağı süt

Yapılışı:

Orta boy küpler halinde doğranan kabak, şeker ve suyu bir tencerede pişiriyoruz.

2 poşet krem şantiyi bir bardak soğuk süt ile katı bir kıvam alıncaya kadar çırpıyoruz ve işlem tamamlanınca buzdolabına kaldırıyoruz.

Bu arada pişen balkabaklarını şerbeti ile beraber derin bir kaba alarak eziyoruz (Ben patates ezeceği ile 2 dakikada ezdim)

Soğuyan kabak püresinin içine cici bebeleri un gibi olmayacak şekilde kırıp, cevizi ve krem şantiyi de ilave ediyoruz.

Karışımı iyice karıştırdıktan sonra kelepçeli bir kek kalıbına yayıyoruz. Üzerine streç film geçirip 6 saat kadar buzdolabında bekletiyoruz.

Afiyet Olsun…


 
Krem şantim az olduğu için üzerini istediğim gibi süsleyemedim ama lezzeti süsünü unutturdu.

16 Kasım 2012 Cuma

Beyoğlu

Geçmişte Pera olarak anılan Beyoğlu, İstanbul’un eski semtlerinden biridir. İlk önceleri Galata’dan gelen gayrimüslimler ile Fransız ve Venedik elçilikleri yerleşmiş Beyoğlu’na. Hatta isminin Kanuni zamanında ki  Venedik Elçisinin oğlu Luigi Gritti’den geldiği söylenir. (Luigi Gritti karakteri geçen yıl Muhteşem Yüzyıl dizisinde de yer almaktaydı ). Luigi Giritti halk tarafından Bey Oğlu diye çağrılırmış konağı da bu semtte olduğu için bu hitap şekli semtin adı olmuş.

Beyoğlu hemen hemen 50 yıl öncesine kadar İstanbul’un en nezih semtlerinden biriymiş. İnsanlar Beyoğlu’na giderken en şık kıyafetlerini giyermiş. İlk sinema salonları, tiyatrolar, sanat galerileri, pastaneler ve lüks mağazalar Beyoğlu’nda açılmış. Şimdi ise kozmopolit İstanbul’un en kozmopolit ilçesi Beyoğlu. Artık takım elbiseli erkeklerle, döpiyes giymiş kadınlar gezmiyor Beyoğlu’nda. Buna karşın İstanbul’un yüzünü yansıtıyor bu semt. En ünlü caddesi İstiklal Caddesi’nde  dolaşırken çeşitli profillerde insanlar görürsünüz. Şaşkın bakışlarla etrafı tanımaya çalışan bir turist, henüz okul formalarını üzerinden çıkarmamış öğrenciler, metalci gençler, çalışmaktan yorgun düşmüş bir an önce eve varmaya çalışanlar, sanatçılar…vs.
Beyoğlu ayrıca gece hayatının nabzının attığı semttir. Kimileri türkü dinleyerek, kimileri fasıl yaparak, kimileri göbek atarak, kimileri pop, kimileri rock söyleyerek eğlenir gece boyunca Beyoğlu’nda. Sahip olduğu meydan yani Taksim Meydanı ise İstanbul’un en ünlü meydanlarından biridir. İnsanlar sevincini, kızgınlığını hep bu meydanda dile getirir.

Beyoğlu’nda klasikleşmiş bir çok öge vardır. Tarihi bir yapı, bir lokanta, pastane ya da bir ulaşım aracı Beyoğlu klasiği olabilir. Örneğin; hemen İstiklal Caddesi girişinde kıpkırmızı rengi ve o nostaljik görünümüyle tramvay karşılar sizi. Canınız lokum isterse Ali Muhiddin Hacı Bekir’e uğrarsınız, yok efendim ben profiterol yiyecem diyorsanız İnci Pastanesi hemen orada. Mis gibi lavanta kokusunu içinize çekmek istiyorsanız az ilerde Rebul Eczanesi var. Ben dolaşmaya geldim diyenlerdenseniz boylu boyunca İstiklal caddesi ve tarihi pasajlar sizi bekliyor. Biraz müzik, biraz eğlence ise derdiniz Çiçek Pasaji, Nevizade, Asmalımescit ve arka sokaklarda sıralanmış bir çok eğlence mekanı var. Ben taze sebze, meyve, balık alacam diyorsanız Beyoğlu Balık Pazarına uğramadan geçmeyin. Tünele kadar ulaştıysanız az daha devam edip Galata Kulesi’nden 360 derece İstanbul seyredebilirsiniz. Bunlar gibi Beyoğlu ile özdeşleşmiş bir çok yer, mekan, marka var bu semtte.
Beyoğlu benim favori semtim değil ama sevdiğim semtlerden biri. Sıklıkla giderim. Eğer sizin de uğrak noktalarınızdan biriyse iyi eğlenceler ve iyi gezmeler…

7 Kasım 2012 Çarşamba

Sinema Keyfi ve Çikolatalı Sufle

Geçtiğimiz Pazar sabahı annemle sinemaya gitmeye karar verdik. Hangi filme gidelim diye düşünürken Cuma günü Özcan Deniz ve Fahriye Evcen’in başrollerinde oynadığı Evim Sensin filminin vizyona girdiğini gördüm. Hadi bu filme gidelim teklifime annem de olumlu yanıt verince 14:45 seansında elimizde patlamış mısırlarla sinema koltuklarında yerimizi çoktan almıştık. Film, orijinal adı A moment to Remember” olan Güney Kore filminden uyarlanmış. Filmin orijinali hakkında hiçbir bilgim yoktu. Özcan Deniz’i en son Asmalı Konak dizisinde seyretmiştim, Fahriye Evcen’ in ise rol aldığı hiçbir yapımı seyretmemiştim. Bu yüzden filme tamamen ön yargısız yanaşarak seyretmeye başladım. Filmin ilk yarısı oldukça eğlenceliydi, bol bol güldük. İkinci yarısı ise “çok gülme ağlarsın” olayı gerçekleşti ve salon göz yaşlarına boğuldu. Genel olarak ben bu filmi beğendim hem ağlattı hem güldürdü. Oyunculuklar da iyiydi. Zaman zaman Fahriye Evcen’in abartılı rolleri olsa da filmin genelinde kayboldu bu durum. Ayrıca filmde ki kara kış görüntüleri de çok güzeldi.

 
Sinema sonrası ise ana kız Özsüt’ e gittik ve birer çikolatalı sufle söyledik. Buranın çikolatalı suflesini çok severim. Sufleyi midemize indirirken aramızda filmin eleştirilerini de yaparak günü noktaladık.

5 Kasım 2012 Pazartesi

Şehirlerin Cinsiyeti Olsaydı?

İstanbul’da doğup büyüdüm, burada okudum ve yine burada iş hayatıma başladım. Kısacası şehir dışı seyahatler haricinde İstanbul dışında hiç yaşamadım. Bu yüzden de kendimi çok şanslı hissediyorum. İleri ki yazılarımda İstanbul’un çeşitli semtlerinden, tarihi yerlerinden, doğal güzelliklerinden (ne kadar kaldıysa artık) bahsedicem ama önce benim gözümden İstanbul demek istiyorum.

Çok çok eski bir şehir İstanbul. Yapılan araştırmalarda Neolitik döneme ait izlere dahi rastlanıyor. Tarih  boyunca çeşitli isimler alıyor. Konstantinopolis, Konstantiniyye, Dersaadet en bilinen eski isimleri. Bu isimler arasında yer alan Dersaadet  “Mutluluk Kapısı” anlamına geliyor ve İstanbul’a en çok yakışan isimlerden biri.

Eğer şehirlerin bir cinsiyeti olsaydı kesinlikle kadın olurdu İstanbul. Çünkü tarih boyunca uğruna çok savaşlar verildi. Onu fethetmek, ona sahip olmak isteyen ordular defalarca kez işgal ettiler topraklarını, kanla suladılar her bir taşını. Zaman zaman ise masa başında yapılan stratejik planların baş aktristi oldu o. İlk önceleri Konstantin’in şehriydi ve dönemin büyük imparatorluğuna başkentlik yapıyordu. Sonra “müjdelenen komutan” geldi, fethetti bu eşsiz şehri ve torunlarına yani bizlere miras olarak bıraktı. İstanbul fetih sonrası şaşkındı. Kolay mı görkemli bir imparatorluğa başkentlik yapıyordu şimdi akıbeti ne olacaktı? Aslında endişelenmesine hiç gerek yoktu. Gelecek yüzyıllara damgasını vuracak başka bir imparatorluğun başkenti olarak devam edecekti statüsü.
 
Eğer şehirlerin bir cinsiyeti olsaydı kesinlikle kadın olurdu İstanbul. Mızmız değil çünkü, öyle ufacık hastalıkta, ağrıda, sızıda pes etmez. Ne hastalıklar, ne felaketler gördü. Ortaçağ’da Avrupa vebadan kırılırken o veba salgını geldiğinde büyük bir direnç ile karşı koydu. Defalarca kez depremle sarsıldı. An geldi taş üstünde taş kalmadı ama o yine yaralarını sarmayı bildi.

Eğer şehirlerin bir cinsiyeti olsaydı kesinlikle kadın olurdu İstanbul. Anaç çünkü…Her milletten, her ırktan, her dinden insana ev sahipliği yaptı. Hala da yapmaya devam ediyor zaten onu farklı kılan da bu kültür mozaiği.

Eğer şehirlerin bir cinsiyeti olsaydı kesinlikle kadın olurdu İstanbul. Uğruna şiirler, romanlar yazıldı, şarkılar söylendi, defalarca kez resmedildi, fotoğraflandı, efsaneler uyduruldu. Bazen bir bestekar tepeden baktı Aziz İstanbul’una, bazen bir şair gözleri kapalı dinledi İstanbul’u, sürgündeki bir şair ise gonca gülünü bıraktı yedi tepeli şehrinde. Bir mimar geldi yaklaşık 500 sene evvel, o mimar, koca mimar taçlandırdı, onurlandırdı yedi tepesini İstanbul’un.

İstanbul taşı toprağı altın şehir İstanbul…Yukardaki 3-4 paragraf onu anlatmaya yetmez. Bunlar benim İstanbul hakkındaki ilk aklıma gelenler. Bu blogda İstanbul hakkında başka yazılarım da olacak, şimdilik hoşça kalın J

24 Ekim 2012 Çarşamba

Alıp Başımı Gidesim Var Bozcaada’ya

Yaklaşık 2 ay evvel D&R ‘a kitap alışverişi yapmaya gitmiştim. Kitap reyonları arasında gezerken gözüme bir kitap takıldı. Asma Pansiyon…Kitap kapağını çok beğendim ve özetini okumaya koyuldum. Sürükleyici bir kitaba benziyordu. Kitabın yazarı kim diye baktığımda ise  Işıl Şenol olduğunu gördüm. İlk tepkim “Işıl Şenol kim ya?” oldu. Az vaktim vardı ve kitabı alıp almama konusunda bir an önce karar verip D&R ‘ı terk etmeliydim. En sonunda akıcı bir kitaba benziyor alıyım bari diyerek kitabı aldım.


Kitabı okumaya Fethiye tatilim esnasında başladım. Kitap; Bozcaada’da, Madam Yenola’nın pansiyonunda hayatları kesişen bir grup insan üzerine kurulu. Ben daha evvel hiç Bozcaada’yı görmedim. Ancak Işıl Şenol öyle güzel anlatmış ki Bozcaada’yı, sokaklarını, evlerini, denizini, balıkçılarını alıp başımı gidesim geldi Bozcaada’ya. Anlatım çok güzel, öykü de oldukça sürükleyiciydi. Hani bazı kitaplar vardır ya son sayfalara doğru bitmesin istenir işte Asma Pansiyon öyle bir kitap. Öğle saatlerinde havuz başında şemsiye altında başladığım kitabı ertesi akşam yine havuz başında bitirdim J
Kısacası bu kitabı herkese tavsiye ederim. Bu arada İstanbul’a döndükten sonra Işıl Şenol’un da kim olduğunu öğrendim.1985 doğumlu genç bir yazarmış Işıl Şenol. Asma Pansiyon da ilk romanı. Bundan sonra ki romanlarını merakla bekliyorum…


15 Ekim 2012 Pazartesi

Muhteşem Bir Gösteri

Cirque du Soleil! Kanada asıllı bir sirk gösteri topluluğu.Bu sene ikinci kez Türkiye'ye geldi ve en popüler gösterisi Alegria'yı sahneledi.Geçen sene gösterilerini çok seyretmek istememe rağmen kısmet olmamıştı.Bu kez tedbirli davrandım ve bileti satışa çıktığı gün temin ettim.Biletler çok pahalıydı bu yüzden alırken tereddüt etmedim değil.Ancak bu muhteşem gösteriyi seyrettikten sonra gösterinin verilen parayı hakkettiğini düşünüyorum.Alegria'yı dün Bayrampaşa Ora'da seyrettim.Tek kelime ile büyüleyiciydi.Gösteriyi büyüleyici yapan şey ise sadece yapılan hareketler, atlamalar,  zıplamalar değildi.Bi kere kostümler özenle seçilmişti.Ayrıca kullanılan müzik ve şarkılar oldukça etkileyiciydi.(Şu an satışta o şarkıları içeren bir cd var mı diye araştırmadayım)Tüm bunlar akrobatik hareketlerle birleşince ortaya görsel bir şölen çıktı.Cirque du Soleil bizim alışageldiğimiz sirklere pek benzemiyor.İçinde atlar, filler gibi hayvanlar bulunmuyor.Sirkin kurucusu sıkı bir hayvan hakları koruyucusu ve bu yüzden gösterilerde kesinlikle hayvan kullanılmıyor.Gösteri; müzik, dans ve akrobatik hareketlerin harmanlanmasından oluşuyor.
Cirque du Soleil bu seneki Türkiye ayağını tamamladı ve başka ülkelere doğru yola çıktı.Eğer seneye de Türkiye'ye gelirse kaçırmamanızı tavsiye ediyorum
Not: Gösteri esnasında her türlü flaşlı - flaşsız fotoğraf çekmek yasaktı.Bu yüzden fotoğraf çekemedim ve internette yer alan fotoğrafları kullanıyorum.




1 Ekim 2012 Pazartesi

Elveda Rumeli, Hoş Bulduk İstanbul

Ben balkanlardan göçmüş bir ailenin evladıyım. Baba tarafım 93 harbi denen Osmanlı-Rus savaşı sonrası Bulgaristan’dan göçmüş. Yani bizim göçmenliğimiz tam 134 yıl öncesine dayanıyor. Osmanlı Devleti, 1878 yılında gerçekleşen Rus savaşı esnasında ağır bir yenilgi almış ve balkanlardaki topraklarının büyük bir kısmını kaybetmiş. Akabinde de balkanlardan bugünkü topraklara zorunlu göç başlamış.Orada yaşayan büyük dedelerim topraklarını,mal varlıklarını, eşlerini-dostlarını, hayallerini bırakıp bir kağnının üzerinde yola çıkmışlar. Günlerce süren yolculuk esnasında yolda hastalanıp ölenler, çeteler tarafından çeşitli işkencelere maruz kalanlar ve tecavüze uğrayanlar olmuş. Aşağıda sözleri bulunan, Erdal Güney’in söylediği Şafaktakiler şarkısı bu göç sürecini en güzel şekilde özetleyen şarkılardan biridir. Etkileyici müzik ve seslerin bir araya geldiği bu şarkı beni çok duygulandırır.

Gelelim göç sonuna…Zorlu yolculuktan sonra göçmenler bugünkü Trakya bölgesine ve İzmir civarına yerleşmişler. Yani bugünkü Trakyalılar çıkmışortaya . Her yöre halkının bir takım ortak özellikleri vardır.Aynı şekilde balkan göçmenleri de kendi içlerinde benzerlikler gösterir. Çoğunluğu sarışındır, gelenek ve göreneklere önem verirler, eğlenmeyi çok severler, sağlam içer, muhabbete doymazlar, tutumludurlar, kız çocukları kıymetlidir ve etliye sütlüye pek karışmazlar (sanırım bu göçmen olmanın getirdiği korkunun hala devam etmesinden kaynaklanıyor)

Ben eşsiz şehir İstanbul'da doğup büyüdüm.İstanbul'un her karışını sevdiğim için kendimi şanslı hissediyorum ama "suyun öteki tarafından" hikayeler de her zaman ilgimi çekiyor.

Şafaktakiler
Yağdı kurşunlar yırtıyor geceyİ
Korku dağları sarmasın yüreğim
Açmasın güller yolunda göçün
Yurdumdan uzak atmasın yüreğim

Yar yazman işli, yazgımın karası
Ayrılık tutmuş, elinin kınası
Gelse de rumeli elveda sırası
Gölgemden uzak, atar mı yüreğim?

Alıcı kuşlar bekliyor geceyi
Zincire vursan durur mu yüreğim?
Ayrılık verme, sen kadir mevlam
Yarimden uzak, atmasın yüreğim

Yar yazman işli, yazgımın karası
Ayrılık tutmuş, elinin kınası
Gelse de rumeli elveda sırası
Gölgemden uzak, atar mı yüreğim?

27 Eylül 2012 Perşembe

Siftah :)

Merhabalar

Uzun zamandır aklımda olan internette blog oluşturma fikrini nihayet hayata geçiriyorum.İlkokuldan beri defalarca kez günlük tutmayı denedim.Yeni defterler alarak büyük hevesle ilk sayfalarını doldurdum.Ancak maalesef her defasında günlüklerimin yalnızca ilk 5-10 sayfası doldu.Bugün yazarım, yarın yazarım derken yarım kaldı.Umarım bu blog işi de öyle olmaz:)

Blog fikri aklımda belirdiği anda ismi ne olacak düşüncesi beni yedi bitirdi.Bir türlü ismine kara veremedim.Günlerce düşündükten sonra ismini buldum ve blog almak için internete girerek bulduğum ismi yazdım.Ve...........bingo!!İsim başkası tarafından alınmış.Derin derin oflar çekerek yeni ismi düşünmeye başladım.O sırada aklıma "Yaşam İzi" geldi.Doğum ile ölüm arasında geçen yaşam sürecinde herkes  dünyada bir iz bırakır.Kiminin bıraktığı iz çok derinken kiminin bıraktığı iz siliktir ama mutlaka bir iz vardır.

Bu blog da benim izlerimi taşıyacak.Düşüncelerimi, yaptıklarımı, gezdiğim gördüğüm yerleri, hobilerimi burada paylaşmaya çalışacam.

Gelecek yazılarda buluşmak üzere şimdilik hoşçakalın :)