31 Mart 2014 Pazartesi

İş Bankası Müzesi ve Leziz Bir Sofra

Eveeet öncelikle İş Bankası Müzesi’ndeki gezimizi tamamlayalım. Bir önceki yazımda müzenin 3 katlı olduğundan bahsetmiş ve kısaca 2 katını tanıtmıştım. Son katı ise bodrum kat - kasa dairesi olarak geçiyor. Merdivelerden aşağıya doğru yöneldiğimizde bizi ışıklı bir yol karşılıyor. Bilgisayar efektleri ile ışıklandırılmış bu yolda gözlerim zaman zaman zorlansa da bu ilginç fikir hoşuma gitti.

 
Kasa dairesinde numaralandırılmış küçük küçük kasalar bulunuyor. Kasaların üzerinde ise “Siz Olsanız Kasanızda Ne Saklardınız” ifadesi yer alıyor. İşte bunu çok düşündüm. Sanırım ben böyle bir kasada fotoğraf albümlerimi, çocukluktan kalan hatıra defterimi yine çocukluktan kalan sticker koleksiyonumu ve annemle babamın bana kendi el yazıları ile yazdıkları bir kaç notu saklamak isterdim. Şu an bu saydıklarıma evde gözüm gibi bakıyorum J
Küçük kasalarda ayıcık, fotoğraflar ve çeşitli nesneler görüyoruz...
 
Müzeden çıktıktan sonra acıkmış olduğumuzu farkederek dosdoğru Lezzet-i Şark Antep Sofrası’na gittik. Burası Eminönü’de yer alan iki katlı bir restoran. İlk kez gittiğimiz mekanda bir masa bulup yerleşince önce içli köfte ardından da dürüm siparişi verdik. Her ikisi de çok lezzetliydi.
 
Mekan asıl künefesi ile meşhurmuş. Künefe ağır bir tatlı olduğu için genelde yarım yerim bu yüzden iki kişiye bir tane düşecek şeklinde sipariş verdik. Ancak gelen künefe o kadar hafifti ki bir tanenin tamamı rahatlıkla yenebilir.
Şimdilik benden bu kadar. Herkese iyi haftalar diliyorum J

27 Mart 2014 Perşembe

Para Para Para

Napolyon böyle demiş mi dememiş mi hala tartışılıyor. Ancak bilinen bir gerçek var ki Lidyalılarından günümüze kadar geçen sürede para insanoğlu için önemli bir araç olmuş. Zamanla da banka ve bankacılık kavramları ortaya çıkmış. Türkiye’de kurulan ilk banka ise Türkiye İş Bankası olmuş. Eminönü’den Sirkeci tarafına doğru ne zaman yürüsem İş Bankası müzesinin önünden geçer ama içeri girecek vakit bulamazdım. Son gidişimde boş bir vakit yakalayınca hemen müzeye girdim.
3 katlı tarihi yapı içerisinde yer alan müzeye giriş ücretsiz. 1.kata çıktığımız zaman ilk gözümüze çarpan İş Bankası’nın eski reklam afişleri oluyor.
Daha sonra nostaljik kumbaraları görüyoruz. Bu kumbaralar beni çocukluğuma götürdü. Henüz okula dahi gitmiyorken bir kumbaram vardı. Babam her sabah bir adet bozuk para verirdi (tutarı şimdi hatırlamıyorum bugünün 1 TL si olabilir). Parayı kaptığım gibi kumbaranın içine atardım. Onun içine para atmak benim için keyifli bir oyundu. Kumbara biraz dolunca ise babam açar ve içindekilerle benim istediğim bir şeyi alırdı. Şimdilerde kumbara olayı oldukça azalmış durumda.
Müzenin içinde ilerlediğimiz zaman bu sefer büyük bir defter görüyoruz. Malum 1930’lu yıllarda bilgisayar henüz yokken alacak - verecek işlemleri defter üzerinde tutuluyormuş. Bu defter de o dönemden kalma. Defter üzerinde Ali Bey’e 200 gibi ifadeler var :)
İşte bu makineler de epey nostaljik....
 
Günümüze doğru yaklaştıkça ise devasa bir hard disk karşımıza çıkıyor.
Müze’de Atatürk Salonu ismi ile Atatürk’e ayrılmış bir bölüm de bulunmakta. Bu oda, Atatürk’ün ziyaret esnasında bulunduğu odaymış.

Devam edecek... 

24 Mart 2014 Pazartesi

Uzunya'da Uzun Uzun Pazar Kahvaltısı

Dün yine güneşin pırıl pırıl parladığı bir sabaha uyandık. Evde mi kahvaltı yapalım yoksa açık hava bir mekana mı gidelim tereddütünden sonra dışarı çıkmaya karar verdik. Bu sefer istikametimiz Demirciköy oldu. Daha önce hiç gitmediğimiz bir mekana, Uzunya’ya gittik.
 
Uzunya deniz kenarında bir balıkçı restoranı. Küçük bir koyda yer alan bu restoranın manzarası çok hoş. Haftasonları mekan serpme kahvaltı hizmeti veriyor. Saat 10 -10.30 civarında restorana vardığımızda bir hayli kalabalık olduğunu gördük. Güzel bir masaya yerleşip kahvaltımızı beklemeye başladık. Mekanın kalabalıklığından ötürü servis biraz yavaş işliyordu. Bir müddet bekledikten sonra masamız hazırlandı. Taze terayağ, köy peyniri, bal, kaymak hepsi birbirinden lezzetliydi. Özellikle odun fırınından çıkmış olan ekmek son yıllarda yediğim en lezzetli ekmekti diyebilirim.
Uzun uzun kahvaltı ettikten sonra biraz dolaşalım diye kumsala indik. Hafif esen rüzgar ve rüzgarın getirdiği iyot kokusu oldukça iyi geldi. Hatta bir ara kumsala oturup denizi seyrettim.
Ayrılırken ise köyün asıl sahipleri bizi uğurladı ve böylece huzurlu, güzel bir yerle vedalaşarak şehrin kalabalığına geri döndük J

15 Mart 2014 Cumartesi

Hipodrom = At Meydanı

2 hafta evvel Ayasofya Kilisesi gezimden bahsetmiştim. Ayasofya’dan ayrıldıktan sonra Sultanahmet meydanına doğru yürümeye başladım. Sultanahmet Meydanı, Bizans İmparatorluğu döneminde şehrin en önemli meydanıymış. Burası Hipodrom olarak bilinirmiş. Hipodrom, “at binenlerin, atların meydanı” anlamına geliyor. Osmanlı döneminde de zaten burası “At Meydanı” olarak isimlendirilmiş.
Özellikle yaz akşamları püfür püfür esen bu meydanda bir çok tarihi eser bulunmakta. Meydana girildiği zaman ilk göze çarpan eser Alman Çeşmesi oluyor. Zarif bir mimariye sahip olan bu çeşme, Alman imparatoru 2.Wilhelm’in Osmanlı Devleti’ne hediyesi. Çeşme şu an fotoğrafta görüldüğü üzere tadilatta.
Alman çeşmesini geçtikten sonra meydanın en yüksek yapısını, Dikilitaş’ı görüyoruz. Dikilitaş, Mısır’da yapılmış ve Bizans İmparatorluğu döneminde İstanbul’ a getirilmiş bir yapı.
Taşın ayak kısmında kabartmalar bulunuyor.
Dikilitaş’ın hemen arkasında ise yılanlı sütun yer alıyor. Yılanlı sütun tahribata uğramış eserlerden biri. 3 başlı yılan şeklinde olan bu sütunun 2 başı kayıp L Bir başı da İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Bu sütunun ilginç bir hikayesi var. Sütun ilk önce bir Yunan şehri olan Delfi’de dikilmiş. Bir rivayete göre dönemin büyücüleri sütuna güçlü büyüler yaparak şehri, akrep, yılan gibi zehirli hayvanlara karşı korumayı hedeflemiş. Bizans döneminde İstanbul’un başkent olmasından sonra bu sütun aynı amaçla İstanbul’a getirilmiş.
Meydanın en sonunda ise Örme Taş yer alıyor. Örme Taş, hipodrom eksenindeki eserlerin sonuncusu, atların da dönme noktasıymış. Benim de Sultanahmet gezimin son noktası oldu :)
 

11 Mart 2014 Salı

Mimoza ve Serenad

Ne zamandır gözüm takılıyordu sitenin girişindeki o sarı ağaca. Mimoza ağacına...Ne çok severim mis kokulu mimozaları tıpkı söğüt ağacını sevdiğim gibi. Mart ayının başında sapsarı açararak doğayı renklendiren bu ağaç baharın ilk müjdecisidir. Dün akşam İstanbul’da hafif yağmur çiseliyordu. Arabamı park ettikten sonra çiseleyen yağmur altında şemsiye açmadan eve doğru yürümeye başladım. Bu esnada eve mimoza mı götürsem acaba dedim. Ağaca yanaştım ve güvenlikten izin alarak ağaçtan ufacık 2 dal aldım. Elimde mimozalarla çiseleyen yağmur eşliğinde tekrar yürümeye başladım.İşte bahar buydu J

Eve gelince mimozaları bir vazoya yerleştirdim. Tüm oda mis gibi koktu...
Yemek faslından sonra ise kitaplığımda okunacak bir kitap aramaya başladım. Zülfü Livaneli’nin Serenad’ı bana göz kırpıyordu. Piyasaya çıktığı dönemde çok övgü alan bu kitabı okumaya karar verdim.
Yağmur, mimozalar, serenad her şey tamamdı da bir telefon görüşmesi planımı değiştirdi. Telefondaki sıkıntılı, üzgün ses ruhumun derinliğine  kadar işledi. Hani hayatımızda bazı insanlar vardır; onların gülüşü bizi mutlu ederken üzüntüsü ise kederlendirir. Böyle kişilerin sayısı benim hayatımda bir elin parmaklarını geçmez. Öyle biriydi telefonun diğer ucundaki kişi. En kötüsü de ona yardımcı olabilmek adına elimden bir şeyin gelmemesiydi :(
Ve telefon kapandı. Mimozaların kokusunu bir kez daha içime çektim. Serenad mı? O başka bir güne kaldı...

7 Mart 2014 Cuma

Feshane'de Her Yer Trabzon

Geçen Pazar bir arkadaşımla beraber Feshane’deki Trabzon Günleri etkinliğine katıldık. Hafif çiseleyen yağmur eşliğinde Feshane’ye yaklaşırken inanılmaz bir trafiğin olduğunu farkettik. Bunun üzerine arabayı yukarlarda bir yere parkederek yürümeye başladık. Yavaş yavaş yürürken arabayı iyi ki yukarda bırakmışız diye kendimizi tebrik ettik çünkü arabalar kaplumbağa hızı ile ilerliyordu.

Feshanede kocaman bir çadır kurulmuş. Bu çadırda Trabzon’a özgü yiyecekler satılıyordu. Karnımız aç gittiğimiz için önce çadırı baştan sona dolaştık.

Hamsi buğulama tepsisi en başta yerini almıştı. Hemen yanında ise Akçaabat köftesi buram buram kokuyordu.
 
Biraz daha ilerleyince karalahana dolması, kuymak gibi Trabzon’a özgü diğer lezzetler gözümüze çarptı.
Boş bir masa bularak sandalyelere iliştik. Birer hamsi tava, salata ve kuymak  ile ortaya hamsi kuşu söyledik.
Hepsi birbirinden lezzetli siparişlerimizi yedikten sonra ise laz böreği tatlısı ile son noktayı koyduk.
 
 
 
Çadırdan ayrılırken gözümüz hamsiköy sütlacına takıldı ama maalesef midemizde daha yer kalmamıştıL
Ardından kapalı alana geçtik. Kapalı salonda satış yapılıyordu. Trabzon tereyağ, Trabzon peyniri, çeşitli ballar, Trabzon ekmeği en çok satılan ürünlerdi. Burada manda terağını kaçırmadım ve hemen satın aldım J
 
Ayrıca yöresel çizgilere sahip peştamaller, süs eşyaları da diğer satılan ürünlerden bazılarıydı.

Standlar arasında dolaşarak, halk oyunlarını seyrederek günü noktaladık.

4 Mart 2014 Salı

Ey Süleyman Seni Geçtim (3.ve Son Bölüm)

Son iki yazımda Ayasofya’nın iç mekanından bahsetmiştim. Şimdi de biraz dış mekandan bahsetmek istiyorum. İstanbul’un fethinin ardından Ayasofya, yeni eklenen yapılarla beraber bir külliye haline getirilmiş. Bu külliye;  şadırvan, sıbyan mektebi, padişah türbeleri, muvakkithane gibi yapılar içermekte.

Ayasofya’da iç mekanı eni konu gezdikten, fotoğraflarımı çektikten sonra bahçeye çıktım. Bahçede yüzüme çarpan sert rüzgarla içerdeyken havanın epey soğuduğunu farkettim. Hemen atkı, bere ikilisini eldivenlerle tamamladım. Fakat bu tamamlama çok kısa sürdü. Çünkü eldivenle fotoğraf çekmek gerçekten çok zormuş o yüzden eldivenleri çıkardım ve soğuktan kızarmış ellerle gezime devam ettim.
Ana giriş kapısının önünde ilk göze çarpan Bizans döneminden kalma eserler oluyor.
Bahçenin arka tarafına doğru ilerledikçe bu eserler için ayrılmış ayrı bir bölümle daha karşılaşıyoruz.
Bizans eserlerinin ters tarafında ise çok güzel bir şadırvan görüyoruz. Sultan 1.Mahmut döneminde eklenmiş bu şadırvan 16 dilimli olup her dilimin ortasında tunç musluklar ihtiva ediyor.
Şadırvanın hemen arkasında ise Sıbyan Mektebi yer alıyor. Yine 1.Mahmut döneminde yapılmış bu eser kilise müzeye çevrilinceye kadar mektep olarak kullanılmış.
Bahçedeki diğer bir yapı is muvakkithane. Muvakkithane halkın namaz vakitlerini öğrenmesi için yapılmış bir yapı.
Bahçenin en arka tarafında ise padişah türbeleri yer alıyor. Ancak türbelerin girişi farklı bir kapıdan yapılıyor. Burada Sultan 2.Selim, Sultan 3.Murat, Sultan 3.Mehmet, Sultan 1.Mustafa ve Sultan İbrahim türbeleri bulunuyor.

2.Selim Türbesi....
 
Bahçenin en sonunda yer alan Sultan 1.Mustafa ve Sultan İbrahim türbesi olarak bilinen son yapı ise Bizans döneminde vaftizhane olarak kullanılmış en eski yapılardan biridir.
İşte bir Ayasofya gezisi de böyle bitti. Ben at meydanına doğru yol alırken Ayasofya yeni misafirlerini ağırlamaya çoktan başlamıştı.